25 Nisan 2012 Çarşamba

Korkmayı öğrendim artık.

Yazgının içindeki diyalektik.
Absürd mü? Varsın olsun.
Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer.
Dönüp dolaşıp dolandığımız düğüm.
Dönüp dolaşıp vardığımız araf.
Dönüp dolaşıp kapandığımız yürek.
Dönüp dolaşıp.
Birbirimize dolaşamayıp.
"Hangi günahın bedeli bu?"


21 Nisan 2012 Cumartesi

İçimdeki Leviathan

Savaşlarla şehirler siliniyor haritalardan. Bir gecede her yer toz duman, yerle bir. Bir varmış, bir yokmuş oluyor. Koca şehir, yaşayanlarıyla birlikte yok oluyor. Ve mesela ismi değişiyor şehrin, sınırları değişiyor, içinde bulunduğu bölge değişiyor. Peki ne yapıyor orada yaşamaya devam edenler? Anılarına ne oluyor? O anılar da bir gecede silinebilir mi? Peki artık olmayan yerlere dair birikenler olsa olsa taş dolu bir kefe gibi binmez mi insanın sırtına? Ceza gibi gelmez mi onları hatırladığı her an insana? Ne kadar zamanda alışır insan bu değişime? Her gün gittiği fırının, yürüdüğü kaldırımın, işinin, iş çıkışı uğradığı meyhanenin olduğu yerlerden geçerken gögüs kafesi sıkışmaz mı insanın? Bunun hesabı kime nasıl sorulabilir ki? Bedeli nedir, ödenebilir cinsten bir şey mi?

"Ah, içimde savaşlar çıksa da silse mesela dün geceyi geçmişimden." diye iç çekip duruyordu. Hem de nükleer bombalarla, bir daha aynı kötücüllüklerin baş gösteremeyeceği bir şekilde silsinlermiş. Kurusunmuş içi. Oysa o zaman güzellikleri de kaçıracağını hesap edemiyordu. Düşünme yetisi yok olmuştu adeta. Gerçekten de kurumuştu belki içi. Tek bir şeye bu kadar uzun zaman odaklanmak beynini dondurmuştu. Beynini de kullanmamıştı ki zaten onca saat, kalbinin sızısı hepsine baskın gelmişti. Hem kurtulmak istiyordu o sızıdan, söküp atası vardı kalbini. Öyle bir cihaz olsun diye düşlemişti. Ama düşünemediği için hiçbir şeyden kurtulamazdı. Bunu bile düşünememişti. Tamamen teslim olmuştu. Neye bilmiyordu ama orada değildi artık. Kalbini daha hızlanması, ayaklarını birbirini dövmesi, ellerini kafa derisine saldırması, ses tellerini bağırması, gözlerini sanki kendileri de tazyikle birlikte akıp gidecekmişçesine ağlaması için yönetiyordu bir şey. O yoktu artık; çünkü onun canı tatlıydı. Kıyamazdı kendine bu kadar. Başkasına da kıyamazdı ki. Ona da kıyamasınlar isterdi de hayalbazdı biraz, önemli biri olabileceğini -çünkü hiç önemli biri değildi-  sanıyordu erkenden. Bu da onun zaafiydı işte, birlikte yaşaması gereken.

Kendine neden bu kadar düşmandı bilemiyordu. Kimseyi düşman bellemezdi, herkese şans verirdi de kendine vermezdi. Kendinin kendinden esirgediğini de başkalarından beklemeyi aklından geçirmezdi tabii, tahmin edilebileceği gibi. Hep o sorumluydu, o düzeltmeliydi. Başkalarının bahanesi olabilirdi ama kendine bahane bulamazdı. Korkardı çünkü. Hesabı sorulduğunda "Ya sizin hesabınız?" diyemeyeceğini bilirdi. O yüzden hiç hesap sorulamasın diye çabalar dururdu işte. Hiç düşmana ihtiyacı yoktu. Kendi kendinin hakkından pek güzel geliyordu evelallah. Üzdüğünde de de üzüldüğünde de buna sebep olacak kendinden başka beter birisi olamazdı. Kimsenin onu tamir etmeye uğraşmayacağı gerçeğiyle karşılaşmaktan mı korkuyordu acaba? Tamir etme sorumluluğunu üstüne alarak bu gerçekten mi kaçıyordu? Sahi, ısrar eden de olmamıştı. Onun her şeyi üstlenme huyu kimseye örnek olmamış, kimseyi mahcubiyetten de olsa harekete geçirememişti. "Bırak canım, ben yapayım, ben kırdım niye sen tamir edesin?" diyen çıkmamıştı. Tadını çıkarmışlardı belki de bu durumun. Bunu biliyor gibiydi içten içe ama hiç bilmiyormuş gibi yaşıyordu.

Nasıl gelmişti bu raddeye her şey? "Bunu bulma zamanı." diye düşündü. Çok korkuyordu ama dün geceye nükleer bulaştırmanın tek yolu olarak bu kalmıştı geriye. Kendine olan düşmanlığının kaynağına inmek. Zerre kadar esirgemeden başkalarına ölçüsüzce ve hatta delice dağıttığı sevgiyi kendine layık görememesinin nedenini bulmak ve üstesinden gelmek onu bambaşka birine dönüştürebilirdi. Hem o zaman daha çok da sevebilirdi belki, daha mutlu edebilirdi. Ah, aklı fikri bundaydı yine. Bir türlü kendisine dönemiyordu işte. Ama değişecekti bütün bunlar. Yüzleşip kırdıkça başka şeyler kurulacaktı içinde. O zaman değer verilmeye layık birisi olabilecekti, önce o kendisini öyle görmeye başladığı zaman yalnızca.

20 Nisan 2012 Cuma

K.S.B

Hani beyin damarlarında baloncuk oluştuğunda burnun kanaması insanı beyin kanamasından kurtarıyormuş ya, sanırım kalpte baloncuk oluştuğunda da ağlamak insanı kalp sızısından kurtarıyor. Ağlayamadığım günleri düşününce ağlayabildiğim için mutlu olmalıyım. Benim bu dünyadaki işim, ne olursa olsun bir türlü mutlu olamamak değilse tabii... Yıllardır bundan şüphe edip duruyorum. Acaba artık bir karara varmanın zamanı mı?

18 Nisan 2012 Çarşamba

Uzaydan.

Değerlerimizin, bildiklerimizin izini sürebilsek keşke. Keşke içimize yerleşirken geldikleri yollarda ekmek kırıntıları bırakıp gelselerdi. Bazı şeyleri nereden öğrendiğimi bir türlü bulamıyorum. Çok olağan sandıklarımın hiç öyle olmadığını fark ettiğimde merak ediyorum en çok, nereden geldi bana bu? Ya da nereden buldum da kattım bana? Ne bildim de sevdim, benimsedim ya da etkilendim, tutuldum?

17 Nisan 2012 Salı

Duygudaşlık

Anlatılmaya çalışılanları anlamaya çalışıyorum; hatta var gücümle koşuyorum kendimi bu yola da gelgelelim duygudaşlık kurmak zor. Öyle bir şey ki her bir taraf biliyor bunu. O yüzden olayları sık sık, duyguları ise nadiren anlatmaya girişiyoruz."Kendi"mizin en temel parçası, en mahrem yeri duygular, hisler. Bir başkasının da "öyle" hissedebileceğini, aynı ya da en azından derece olarak çok yakın duyguları taşıyabileceğini kabul etmek sanki kendini yitirmek, kişiliğini reddetmek.Birinin de "öyle" ya da  hatta "daha" yoğun hissettiğini söyleyebilmek cesaret işi. Biraz da olgunluk meselesi sanırım. Aşık olunca da böyle. İlk aşkın unutulmazlığı buradan geliyor. Hiç atlatamıyorsun ki. Hiç düşünememişsin ki senin de "öyle" seviliyor olabileceğini. Hep "mağdur"sun, hep karşılıksız. Aksine ikna olmanın yolu yok. İşte ancak birkaç yara bereden sonra duygularının sırça köşkünden inip başka duygularla tokalaşmayı, konuşmayı becerebiliyorsun.Duygudaşlık kurmayı öğreniyorsun, saygı duymayı, önemsemeyi. Lale'yi daha erken tanısaydım sanırım hiç hoşlanmazdım. Çünkü bana saldırıyormuş gibi hissederdim. O kimdi ki benim gibi hissedebilirdi? Nasıl olabilirdi ki bazen canı benden daha çok yanmışa benzeyebilirdi? Ama şimdi öyle mi. O söyledikçe daha da anlamlanıyor hissettiklerim. Adını koyuyor hepsinin. Benim koyamayacağım, asla anlatamayacağım şekilde. Anladıkça ne hissettiğimi, özgürleşiyorum onlardan. Bir kenara koyabiliyorum. Devam edebiliyorum hepsi içimdeyken. Ve gösteriyor: "Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım, ölünmüyordu, hatırladım." Ne Birhan, ne Lale, ne ben. Buradayız işte. Öğreniyoruz acının da "bir his" olduğunu, hissetmenin değerini, bizi bir araya getirenin, bir arada tutanın hissetmek olduğunu, hepsinin aynı derecede önemli olduğunu ama farklı yerlere dokunduğunu. Hediye onlar bize, hatırları ömür boyu. Hep yanı başımızda, hatta başımızın üstünde, kutsal hare gibi. İşte bu yüzden kimden hediye kabul etmeyi seçtiğimiz önemli. Bu yüzden bu kadar zor "başlamak". Başının üstünde ömür boyu bir ağırlık taşımayı kim ister?

13 Nisan 2012 Cuma

Y-Faktörü (Ah be kadın...)

o bana suda birşey aramakta
yardım etti. yaşamımdaki
saklanmış şey bulundu.
bir inci kolye dizdim
kadın olmanın anlamını düşündüm.
onun için elinde çam dalı
tutan bir gelin olmak isterdim.
yok aşk değil,uyuşmak,anlaşmak
bütün o boktan şeyler değil.
yok yok aşk değil, aşk hiç değil.


Onun bir sözcüğüyle yaşamımda
Yer alan herşeyi çöpe atmak isterdim.
Gelgelim aşk değil bu, aşk hiç değil.
Bir şey arayan bir kadının aradığı şeyle
Karşılaştığında kendine iskambillerden
Kurduğu bir hayatın yıkılması gibi
Bir şey bu. Doppler etkisi...
ONA YAKLAŞARAK YOK OLDUM.
yaşamımdaki Y-faktörü yok oldu.
yok aşk değil bu, aşk hiç değil

beta ışınına dönüşmek belki
ama aşk değil
hep böyle kaybederek mi
galip oluyor o?
hep böyle umarsızca
kendini silerek?
hiçbir şey beklemediği için mi
benden, ben herşeyimi vermek
istiyorum ona?
yoksa benden daha çok
üzülmesi mi eski yaralarıma?
ama kaldı mı böyle kişiler şimdi,
ben mi yapıyorum kafamda yanılsama?
tende kalan bir parıltı belki
aradığım şeyi bulduğumda
karşıma çıkan eter
hep o aradığım gizemli pürlük –
TADZİO –
nasıl tanımam onu karşıma
çıkarıldığında
nasıl asetonlamam beynimi
nasıl çam yeşili bir eter ve etera
gözlerini hep ayak uçlarına
dikip durduğunda

belki Tadzio da değil o
belki başka bir şey
gizli tutulması gereken bir şey
ama nasıl nasıl tanımam onu
karşıma çıkarıldığında.

enerjiye  bağlanınca
raslantılar derin bir anlam
kazanıyor: esrarengiz peru
yazmalarının 9 sezgisinden
ikincisi söylüyor bunu.
gözlerimi kapadığımda
nasıl bir sitar ve eter ve etera
yok yok aşk değil bu, aşk hiç değil

saf olana duyulan çılgın bir tutku bu
kuğu sürülerine duyduğum özlem
yüreğime eldiven gibi
geçen birşey
eskiden önemsediğim ne varsa
şiirim, dostlarım hatta gururum
hepsi iskambil kağıtları gibi
yıkılıyor
ve belki de ben ilk kez aşık oluyorum.
                                  
Lale Müldür

7 Nisan 2012 Cumartesi

Kelebe

Kalbim pır pır pır pır.
Bütün gücümü onu uçurmaya veriyorum sanki.
Kelebekler var içinde.
Ama hepsi ölü.
Onları alıp alıp savurmak, uçurtmak çok zor.

5 Nisan 2012 Perşembe

OŞuBuŞuKim

Defalarca düşünmüşümdür mutsuz olmaya çalıştığımı. Bunun için bahaneler bulduğumu, bulamadığım yerde uydurduğumu, uyduramadığım yerde 'sebepsiz' mutsuzluklarla avunduğumu. Dile gelince ise hep mutlu olmak istediğimi, birini mutsuz etmekten çok imtina ettiğimi, hep birilerini mutlu etmeye çalıştığımı ve aslında bu yüzden mutlu olmayı çok da hak ettiğimi... Ama bir başka ses de işte tam da böyle yaptığım için, hep başkalarını mutlu etmeye çalıştığım için hiç mutlu olamayacağımı. Bir başkası, dünyada yeri olmayan şeylere yer vererek insanlardan bunu fark etmelerini bekleyemezsin. O ötedeki, ama hep çok akıllı, çok anlayışlı, hep çok farklı, bu dünyayla sorunları olanları onlar, onlar görebilirlerdi, ne yaptığımı fark edip bana da böyle yapılmasını istediğimi anlayabilirlerdi. O var ya o, sen öyle san, hepsi neye uğradığını şaşırdı, sarhoş oldular adeta, kendilerini unuttukları gibi ne bir şeyi fark edecek ne seni düşünecek halleri kaldı, böyle birisi dünyada olamazdı. Sonunda ben, ama her şey böyle film gibi de değildi. Arıza yaptığım da oluyordu, o kadar da başka bir yerden davranmıyor, yaşamıyordum ki? Hahahahaa, o yaptıklarının ardından gelen böyle patlamalar ancak arıza olmana yorulabilirdi zaten, sorunlu bir kadındın sen. O, her şey yolunda giderken hep bir sorun buluyorsun. En şimdi-fırtına-kopacak'lara gülücüklerinle yanıt verirken olmaz yerde ağlamaya başlıyorsun. Şu, sen iyisi mi şunu bir anla, kaldıramayacağın yükler altına giriyorsun. E ama sen de onlardan farksızsın en nihayetinde. Bu, bak bu konuda neredeyse anlaştık. Bırak, başkaları sana senin davrandığın gibi davransın, bırak onlar kıvransın nasıl daha mükemmel olabilir her şey diye. Sen böyle iyilik yaptığını sanıyorsun ama ne kendine ne başkasına bir faydan olmuyor ki! İllüzyonlar yaşatıp yaşatıp gerçeğe döndürüyorsun. Dengesiz böyle olunuyor işte. Ya sen bari sus, susmuyorum, kendine gel artık, kaç yaşına geldin, özgürlükmüş, bu mu özgürlük, köle ruhlu şey seni! Köle ruhlu mu? Demek... Evet, ben dedirttim bunu sana. Ağzından çıkarsa kulağın duyar belki diye ama öyle olmamış anlaşılan. Ama ben kabul ediyorum ki. Yani, adı köle ruhluluk değil  bence ama herkes böyle davranmalı birbirine. Burada yaşamak kimseyi bunaltmadı mı artık? Değişmekten en çok benden başkaları bahsetmiyor mu? Değişelim işte. Başka türlü davranalım. Sen kendini çok alçakgönüllü sanıyorsun değil mi? Kendini başkalarına adayan, kuzu kuzu. Hadi be ordan! Bu kadar küstah olunmaz! Hatırlıyor musun? Küstah demişti sana. Taa gözlerinin içine bakarak. Nasıl acıtmıştı canını. Eee, nooldu, unutuverdin. Canın yanmasın istedin. Peki sonra ne oldu? Daha fena yaktı canını. E almıyorsun sinyalleri güzelim, kendini uyarlamıyorsun. İnsanlardan öğreneceklerin var ama sen kendini o kadar kutsal bir yerde konumlandırıyorsun ki söylenenleri duymuyorsun bile.

Hayat fazla uzun sürüyor. Dizi gibi yaşasak ya.