21 Nisan 2012 Cumartesi

İçimdeki Leviathan

Savaşlarla şehirler siliniyor haritalardan. Bir gecede her yer toz duman, yerle bir. Bir varmış, bir yokmuş oluyor. Koca şehir, yaşayanlarıyla birlikte yok oluyor. Ve mesela ismi değişiyor şehrin, sınırları değişiyor, içinde bulunduğu bölge değişiyor. Peki ne yapıyor orada yaşamaya devam edenler? Anılarına ne oluyor? O anılar da bir gecede silinebilir mi? Peki artık olmayan yerlere dair birikenler olsa olsa taş dolu bir kefe gibi binmez mi insanın sırtına? Ceza gibi gelmez mi onları hatırladığı her an insana? Ne kadar zamanda alışır insan bu değişime? Her gün gittiği fırının, yürüdüğü kaldırımın, işinin, iş çıkışı uğradığı meyhanenin olduğu yerlerden geçerken gögüs kafesi sıkışmaz mı insanın? Bunun hesabı kime nasıl sorulabilir ki? Bedeli nedir, ödenebilir cinsten bir şey mi?

"Ah, içimde savaşlar çıksa da silse mesela dün geceyi geçmişimden." diye iç çekip duruyordu. Hem de nükleer bombalarla, bir daha aynı kötücüllüklerin baş gösteremeyeceği bir şekilde silsinlermiş. Kurusunmuş içi. Oysa o zaman güzellikleri de kaçıracağını hesap edemiyordu. Düşünme yetisi yok olmuştu adeta. Gerçekten de kurumuştu belki içi. Tek bir şeye bu kadar uzun zaman odaklanmak beynini dondurmuştu. Beynini de kullanmamıştı ki zaten onca saat, kalbinin sızısı hepsine baskın gelmişti. Hem kurtulmak istiyordu o sızıdan, söküp atası vardı kalbini. Öyle bir cihaz olsun diye düşlemişti. Ama düşünemediği için hiçbir şeyden kurtulamazdı. Bunu bile düşünememişti. Tamamen teslim olmuştu. Neye bilmiyordu ama orada değildi artık. Kalbini daha hızlanması, ayaklarını birbirini dövmesi, ellerini kafa derisine saldırması, ses tellerini bağırması, gözlerini sanki kendileri de tazyikle birlikte akıp gidecekmişçesine ağlaması için yönetiyordu bir şey. O yoktu artık; çünkü onun canı tatlıydı. Kıyamazdı kendine bu kadar. Başkasına da kıyamazdı ki. Ona da kıyamasınlar isterdi de hayalbazdı biraz, önemli biri olabileceğini -çünkü hiç önemli biri değildi-  sanıyordu erkenden. Bu da onun zaafiydı işte, birlikte yaşaması gereken.

Kendine neden bu kadar düşmandı bilemiyordu. Kimseyi düşman bellemezdi, herkese şans verirdi de kendine vermezdi. Kendinin kendinden esirgediğini de başkalarından beklemeyi aklından geçirmezdi tabii, tahmin edilebileceği gibi. Hep o sorumluydu, o düzeltmeliydi. Başkalarının bahanesi olabilirdi ama kendine bahane bulamazdı. Korkardı çünkü. Hesabı sorulduğunda "Ya sizin hesabınız?" diyemeyeceğini bilirdi. O yüzden hiç hesap sorulamasın diye çabalar dururdu işte. Hiç düşmana ihtiyacı yoktu. Kendi kendinin hakkından pek güzel geliyordu evelallah. Üzdüğünde de de üzüldüğünde de buna sebep olacak kendinden başka beter birisi olamazdı. Kimsenin onu tamir etmeye uğraşmayacağı gerçeğiyle karşılaşmaktan mı korkuyordu acaba? Tamir etme sorumluluğunu üstüne alarak bu gerçekten mi kaçıyordu? Sahi, ısrar eden de olmamıştı. Onun her şeyi üstlenme huyu kimseye örnek olmamış, kimseyi mahcubiyetten de olsa harekete geçirememişti. "Bırak canım, ben yapayım, ben kırdım niye sen tamir edesin?" diyen çıkmamıştı. Tadını çıkarmışlardı belki de bu durumun. Bunu biliyor gibiydi içten içe ama hiç bilmiyormuş gibi yaşıyordu.

Nasıl gelmişti bu raddeye her şey? "Bunu bulma zamanı." diye düşündü. Çok korkuyordu ama dün geceye nükleer bulaştırmanın tek yolu olarak bu kalmıştı geriye. Kendine olan düşmanlığının kaynağına inmek. Zerre kadar esirgemeden başkalarına ölçüsüzce ve hatta delice dağıttığı sevgiyi kendine layık görememesinin nedenini bulmak ve üstesinden gelmek onu bambaşka birine dönüştürebilirdi. Hem o zaman daha çok da sevebilirdi belki, daha mutlu edebilirdi. Ah, aklı fikri bundaydı yine. Bir türlü kendisine dönemiyordu işte. Ama değişecekti bütün bunlar. Yüzleşip kırdıkça başka şeyler kurulacaktı içinde. O zaman değer verilmeye layık birisi olabilecekti, önce o kendisini öyle görmeye başladığı zaman yalnızca.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder