Kadın gözleri önünde can veriyordu. O an sonunda gelmişti. O denli beklenmedikti ki; ikisi de ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez halde şaşkın şaşkın bir birbirlerine bir de ona bakıyordu, ölmekte olana. Ve sonunda sessizliği bozdu birisi. Hepsinin sorumlusu sensin, beni suçlamaya hakkın yok, dedi. Öteki, bu cümlenin anlamsızlığı ve yersizliği karşısında bir kere daha şaşırdı. Anlamaya çalıştı, sorumlulukların tükendiği yerdelerdi, bu neyi değiştirirdi, yaşamın kıyısında insanın zayıflığına dair bu itiraf gerçekten neyi ifade etmeliydi? Hiçbir şey sormamayı seçti, yeri değildi. Haklısın, hepsinden ben sorumluyum diyerek kollarındaki kadına döndü. Ölümünün her şeyi daha da zorlaştıracağını o an anladı. Sarıldı, bir şeyleri değiştirebilmek umuduyla. Öteki bundan gerisini umursamaz gibiydi, kadın artık rahatça yumabilirdi gözlerini, o bundan sorumlu değildi, önlemek için gerekli uyarıları yapmıştı, bu ona yeterdi.
Ve kadın gözlerini yumdu. Uzak diyara gidip onu oradaki haliyle tanıyabilecek birisi yüreğini teslim etmek pahasına onu geri getirene kadar çok uzaklarda şimdi. Bunu, kendince olgunluk ve son bir sevgi sıcaklığı gösterdiğini düşünen berikinin mi yoksa zamanla omuzlarını sorumluluklarını taşıyabilecek kadar güçlendireceği umulan ötekinin mi yapacağını ise şimdilik bilemeyiz. Belki de kadın, diğer pek çokları gibi hep uzak diyarda soluksuz gezinecek.
27 Ağustos 2012 Pazartesi
26 Ağustos 2012 Pazar
Stardust
kayan bir yıldızdan geriye ne kalır?
geçip giden bir insanın ardından ufak ufak, sivri sivri pek çok şey kalıyor. zaman o sivrilikleri törpüleyip renkleri solduruncaya dek acı en başta. soluksuz acı.
ama bilirsiniz, bir şeyin derinizi delip geçmesiyle derinize takılıp kalması, gitmeye her yeltendiğinde biraz daha yırtarak kanatması arasında çok fark vardır. geçip gidiniz, takılıp kalmayınız.
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Küp
Küçükken çarpım tablosunu çok zor ezberlemiştim. Zor değil de zorla ya da zorlu demek daha doğru olur belki de. Küçük sarı bir sandalyem vardı. Elimde çarpım tablosuyla ona oturduğumu ve saatlerce ezberlemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra ezberlediğimden emin olduğumda babamın yanına gider beni sarı sandalyeden azad etmesi için geçmem gereken sınava bırakırdım kendimi. Kim bilir kaç kere tekrarlanmıştı bu sarı sandalye ile babamın huzuru arasındaki döngü. Bir türlü tam olarak ezberleyemiyordum! Sarı sandalye beni umutlandırıyordu hep: Bu sefer başaracaksın! Ama içeri, babamın yanına gidince her şey değişiveriyordu. Ne zaman olduğunu hatırlamadığım bir gün bu döngüyü kırmış olmalıyım.
Hazır reçetesi olan bir döngüyü kırmak bile o zaman ne kadar zaman almıştı, ne kadar bunaltıcıydı. Zaman geçtikçe döngüler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Önce reçeteler elimizden alınıyor. Çözümü bulmak ve şifreyi girmek bize kalıyor. Daha sonra soruyu bile kendimiz bulmak zorunda kalıyoruz. Önce soruyu sonra onun çözümünü bulmak gerekiyor. Bir de kesiştiğimiz hayatlar var, onların döngülerine ortak olmak durumunda kalıyoruz bazen. Kimi zaman gönüllü, kimi zamansa mecburen.
Başkasının sorularını bulmak ve sonra hem kendimizi hem de onu o döngüden çıkarmak için onun sorularına çözümler üretmek ne kadar zor!
Bu düşünülerek, zeka yoluyla içinden çıkılacak bir durum olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Aklımıza bir yere kadar dayanabiliyoruz. Akıl kerteriz alabileceği bir nokta arar, bir yönteme ya da bir bilinene ihtiyaç duyar ki çıkarım yapsın. Ama neredeyse hepsi bilinmeyenlerden oluşan iç içe denklemlerin üstesinden akıl nasıl gelebilir? İnsan yaşamı şablonlara sığamayacak, ölçü biçilemeyecek derecede sonsuz köşeli ve iç açılarının toplamı sonsuza giden bir "şekilsiz"ken sezgilerimizden başka ne kalıyor geriye?
Hazır reçetesi olan bir döngüyü kırmak bile o zaman ne kadar zaman almıştı, ne kadar bunaltıcıydı. Zaman geçtikçe döngüler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Önce reçeteler elimizden alınıyor. Çözümü bulmak ve şifreyi girmek bize kalıyor. Daha sonra soruyu bile kendimiz bulmak zorunda kalıyoruz. Önce soruyu sonra onun çözümünü bulmak gerekiyor. Bir de kesiştiğimiz hayatlar var, onların döngülerine ortak olmak durumunda kalıyoruz bazen. Kimi zaman gönüllü, kimi zamansa mecburen.
Başkasının sorularını bulmak ve sonra hem kendimizi hem de onu o döngüden çıkarmak için onun sorularına çözümler üretmek ne kadar zor!
Bu düşünülerek, zeka yoluyla içinden çıkılacak bir durum olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Aklımıza bir yere kadar dayanabiliyoruz. Akıl kerteriz alabileceği bir nokta arar, bir yönteme ya da bir bilinene ihtiyaç duyar ki çıkarım yapsın. Ama neredeyse hepsi bilinmeyenlerden oluşan iç içe denklemlerin üstesinden akıl nasıl gelebilir? İnsan yaşamı şablonlara sığamayacak, ölçü biçilemeyecek derecede sonsuz köşeli ve iç açılarının toplamı sonsuza giden bir "şekilsiz"ken sezgilerimizden başka ne kalıyor geriye?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)