Küçükken çarpım tablosunu çok zor ezberlemiştim. Zor değil de zorla ya da zorlu demek daha doğru olur belki de. Küçük sarı bir sandalyem vardı. Elimde çarpım tablosuyla ona oturduğumu ve saatlerce ezberlemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra ezberlediğimden emin olduğumda babamın yanına gider beni sarı sandalyeden azad etmesi için geçmem gereken sınava bırakırdım kendimi. Kim bilir kaç kere tekrarlanmıştı bu sarı sandalye ile babamın huzuru arasındaki döngü. Bir türlü tam olarak ezberleyemiyordum! Sarı sandalye beni umutlandırıyordu hep: Bu sefer başaracaksın! Ama içeri, babamın yanına gidince her şey değişiveriyordu. Ne zaman olduğunu hatırlamadığım bir gün bu döngüyü kırmış olmalıyım.
Hazır reçetesi olan bir döngüyü kırmak bile o zaman ne kadar zaman almıştı, ne kadar bunaltıcıydı. Zaman geçtikçe döngüler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Önce reçeteler elimizden alınıyor. Çözümü bulmak ve şifreyi girmek bize kalıyor. Daha sonra soruyu bile kendimiz bulmak zorunda kalıyoruz. Önce soruyu sonra onun çözümünü bulmak gerekiyor. Bir de kesiştiğimiz hayatlar var, onların döngülerine ortak olmak durumunda kalıyoruz bazen. Kimi zaman gönüllü, kimi zamansa mecburen.
Başkasının sorularını bulmak ve sonra hem kendimizi hem de onu o döngüden çıkarmak için onun sorularına çözümler üretmek ne kadar zor!
Bu düşünülerek, zeka yoluyla içinden çıkılacak bir durum olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Aklımıza bir yere kadar dayanabiliyoruz. Akıl kerteriz alabileceği bir nokta arar, bir yönteme ya da bir bilinene ihtiyaç duyar ki çıkarım yapsın. Ama neredeyse hepsi bilinmeyenlerden oluşan iç içe denklemlerin üstesinden akıl nasıl gelebilir? İnsan yaşamı şablonlara sığamayacak, ölçü biçilemeyecek derecede sonsuz köşeli ve iç açılarının toplamı sonsuza giden bir "şekilsiz"ken sezgilerimizden başka ne kalıyor geriye?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder