26 Ekim 2012 Cuma

Takip edilmek.

- Bi keresinde evin merdivenlerinden çıkarken senin bıraktığın ayak izlerini takip etmiştim.
- Anlayamadım. Hangi merdivenler?
- Evimin merdivenleri işte. Sanki sen çıkmışsın da ben de seni takip ediyormuşum gibi.
- Yani soyut bir şeyden mi bahsediyorsun? Ben o merdivenleri hiç çıkmamıştım çünkü?
- Sen onları hiç çıkmadıysan yani, evet, soyut bir his. Sanki senin izlerini takip ediyormuşum gibi. Çok önemli değil, bu kadar açılınca söyleyeyim dedim sadece.
- Evet, sağol. Önemli benim için. Sağol.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Git-kal

Bazı işlerin içinden çıkılamıyor.
Ne yapsan yetmiyor.
"Olmuyor." ya da "Yapamadım." demek de her zaman kolay değil.
Kendine güvenmekle ilgili bir şey mi bu, bilemiyorum. Değil gibi.
Yitip gitmesine izin verilemiyor ama zaten "burada" da değil, hiç oldu mu o da belli değil.
Yani aslında "önce" ile "şimdi" arasındaki ayrım çok muğlak olabiliyor.
Ya da içimizde işleyen mekanizma öyle ki, izin vermiyor.
Yas ile melankoli arasındaki fark.
"Kendi"nin oluşması sürecinde birinden diğerine geçiş anları çok önemli denilmiş, o anları nasıl yakalamalı?
Bu, elbette ilk kez olmuyor ama tecrübenin anlam kazanabildiği bir süreç de değil.
Üstelik pek çok açıdan da "ilk kez" aslında.
Sadece olabilecekleri en soyutlanmış haliyle tasavvur edebilmeye yardımcı oluyor tecrübe.
Şimdi geriye bakınca hayatımdaki büyük kırılma noktalarını görebiliyorum.
Melankoliden yasa geçiş sürecinde "ben"a olanları.
Bütün bu geçişlerin ne kadar yorucu olduğunu da.
Hiç heyecanlanamıyorum bu kez, önceden bir şeylerin olduğunu ve olmaya devam edeceğini fark edip heyecanla beklediğimi hatırlıyorum. Birlikte bile beklemiştik.
Bu sefer "iyi" olmayacak.
Teşekkür etmek herşey için bir an geliyor içimden ama bir "an".
Bu, hiç iyi olmadı.
Ve işte o içimden atamadığım ne gerek vardı, ne olurdu bir görebilseydik soruları...
O, yas tutmaya izin vermeyenler.
Bütün bunları bırakıp gittin.
Gitmedin bile.
Nasıl yol veririm?

14 Ekim 2012 Pazar

Kopan Parçalarım

1.
Nasıl bir şeyse artık
Kendi yarattığım varlığın
Yaşamımın pınarıydı.
Şimdi
Kendi yarattığın yokluğun
Koca bir set oldu,
geçti pınarımın önüne.

2.
Sevgilim,
n'inci vedamızda bir polis vardı
arkanda
volta atan.
n+1'incideyse midemde bir hortum
ağzıma doğru yükselen.

Sen kendi içine bakıyordun perdenin ardından.

3.
Biliyordum bir an yeterdi.
Bir şey oldu.
Gidişin kabak tadı veriyor.

4.
(Kalağan)
Sen ne eskisin
Ne sevgilimdin
Vardın.
Varsın.

5.
Bir şımarık bakışta gizliydi
Sanki.
Bütün o bitmiş diyalogların
Gizi.

6.
Bir kadın sesi diyor:
Ayrılıkta tanıdım seni.
Nasıl isterdim
Onun gibi düşünmeyi.

Ben hep bilerek yine bilerek döndüm durdum etrafında.

7.
Ama ben senin kalbine
dokundum.
Okşadım ve koydum yerine.
Ayrılıktan çok daha önce.

8.
Ne kadar sevdiğimi seni unutma sevgilim.
İhtiyacın olacak gün bir.

9.
Yaşamaya sensiz devam etmek istemiyorum, demiştim.
Sensizsizliğin bir yolunu buldum.
Sır ama, söylemem!
Dudaklarımın arasından çıkartabilirsin ama belki.
Şuh kahkaha.

Eylül-Ekim 2012

11 Ekim 2012 Perşembe

Ürkek

Mavi bir tren geçiyor.
Çocukluğumdan bir an geliyor aklıma.
Yanımda sevgilim.
Onun da anıları var mavi trenli.
Çocukluğundan.
Saflığından, savunmasızlığından.
Artık çıplak kalmak istemiyor kimse.
Büyümek böyle bir şey.
Öğreniyoruz ve öğrendiklerimizle izliyoruz geçip giden trenleri.
Ve o trenler bu yüzden durmadan geçip gidiyorlar.
Öğrettiklerinden değil, öğrendiklerimizden.

Yanımda sevgilim.
Susuyoruz aklımızda anılarımızla.
Ve trenlerin biri gidiyor, biri geliyor.
Ve trenlerin hepsi geçip gidiyor biz seyrederken.

9 Ekim 2012 Salı

Geç Güç

Seni bu işe en başından hiç karıştırmamalıydım. Dayanamadım güzelliğine... Duramadım uzağında. Şimdi, geç olsun güç olmasın, daha ne kadar geç, daha ne kadar güç olacaksa... Gümbür gümbür bir şey seni sevmek! Sadece kendimle paylaşacağım bundan sonra.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Duru

Bir yeğenim varmıştı.
Bugün hala oldum ben.
Bana ondan söz edilmişti.
Balından, ahusundan.
Bugün baktım o balın tadına.
Dedim ki bu O'nun tadı.
Ne kadar da andırıyordu.
Ve düşündüm.
Bir gün gelecek.
Bir çocuk göreceğim.
Onun çocuğu.
Ben yalnız.
Bakacağım öyle sevimli.
Belki kucağıma gelir.
O zaman mı ölmeli önceden mi?
Bu rüyanın konusu da bu olsun.

Yerine koymalar. İdare etmeler

Benim yerimi sigarayla dolduramazsın sevgilim.

Off!
Bütün evi aradım.
Nasıl da sigara istedi. Canım.

30 Eylül 2012 Pazar

Yersiz Yurtsuz Sisifos

Sisifos'un kayası çalınsa ve sonra uyandığında kendini bir çölün ortasında bulsa ne yapardı Sisfos?
Ne yapmalıyım?

27 Eylül 2012 Perşembe

U-mut.

Umudum ne zaman tükenecek. Çok aptal hişssediyorum kendimi. Önceden belki ufacık şeyler vardı büyük umutlara evrilttiğim ama artık onlar da yok. Toparlanıp gittiler, bir anda da değil, izledim gidişlerini işte. Ama hala nereden umut çıkarıyorum ki? Neden yirmi yıl sonrası için hayaller kuruyorum; 20 yıl daha bu yaşama katlanamayacağıma bu kadar eminken hem de. Bırakmak istiyorum hepsini olduğu yerde. Öylece kalakalsınlar. İki ayrı kalakalan olalım, parçalanalım istiyorum. Umut etmek hep zavallıca gelmiştir ama işte bazı anlarda haşmetli bulduğum da oldu. Şimdi öyle değil, artık değil. Neden vazgeçemiyorum umuttan? Burası olmayı hayal ettiğim yer değil. Her şeye gücüm var da neden çekip gitmeye yok?

Sende kaldım ben.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Düşş

Her seferinde daha yüksekten çarpmak istedin beni yere.
Neye yarayacaktı ki?
Ölen bir daha ölemez.

İlk sen öpmüştün beni...

Kimseye ihtiyacım yok,
Eve sağ salim dönmek için.
Masamda oturup başka bi yere birlikte gitmeyi teklif edenleri başımdan savmak için. Bu sırada vücudumun dokunmalarından hiç hoşlanmadığım yerlerinde ellerini gezdirseler bile.
En karanlık yerlerde koluma yapışıp "Dakikalardır sizi takip ediyorum, lütfen" diyenleri durdurmak için.
"Neden bu kadar sertsin?" diyenleri susturmak için.
Taksiye binmeden evime varmak için.
Çünkü bir zamanlar eve tek başıma gidemeyeceğimi sandığımda "Biliyorum gelebileceğini, sabırsızlıkla seni bekliyorum, kendin yapabilirsin." diyen birisiyle karşılaştığımdan belki.
Kimseye ihtiyacım yok.
Tek başıma, dakikalarca yürüyerek ve bu dakikaların her anında birden fazla kişi tarafından takip edilerek geldim işte!
Huzursuz olduğum anlarda yanımda olmayanların nispeten huzurlu olduğum anlarda söz hakkı hiç yok.
Üzülmeye hakları da yok.
Ben buradayım, hiç kaçmadım, kaçmayacağım.
Kafam nasıl olursa olsun. Ben de zor zamanlar geçirdim. Benim de travmalarım var. Kimseye ödetmeye çalışmadım, onlar ödemeye ne kadar kararlı olursa olsun.
Bu gece birisinden not etmiştim ve çalıyorum: "Dudaktan öpüşenler hiçbir zaman ağızdan öpüşmezler. Oysa ki dudaktan öpüşenler ağızdan öpüşmenin tadını hiçbir zaman bilemeyecekler."

Hepsi bir gecede oldu. Bu daha başlangıç.

18 Eylül 2012 Salı

İzmir

Her seferinde farklı bir şehre gider gibiyim, oysa hep aynı İzmir. Hep yeniden anlamlanıyor, bambaşka hisler bambaşka anılarla geçiyorum, dönüyorum. Yalnız da dolaşsam sokakları yanımda hep bir eşlikçim oluyor. Bu eşlikçi genellikle bir sevgili ya da sevgilinin kaybının yası oldu hep. Her seferinde anlatıp durdum geçtiğim yerlerin bendeki gölgesini en başta beni daha iyi tanısınlar, anlasınlar diye. Her anıyı, her anı. Eğer yassa eşlikçim, bu sefer o tanınamamışlık, anlaşılamamışlık, gerçekleşemeyen planların hüznü ve hesap sorma isteği ağır basıyor. Bu sefer olabilecek olanları anlatıp duruyorum... Bu sefer de işte artık gerçekleşemeyecek hayallerin ağırlığı yüreğimde dolaşıp durdum. Başka bir şehir oldu İzmir bir kez daha

14 Eylül 2012 Cuma

Değişmeyen

Çok yaklaştığımızı düşünmüştüm. Oysa biz kıpırdadığımızdan değil dünya döndüğünden hareket ediyormuşuz gibi geliyormuş.

11 Eylül 2012 Salı

8 Eylül 2012 Cumartesi

Mutlu olmak için uğraşmak gere..

Kendini rahatlatmak için bulduğun bahanelerden bile tanıyorum seni. Umarım onlarla hep rahatlarsın. Yoksa (bu kez korkan benim, korkarım demeliyim) çok üzüleceksin.

6 Eylül 2012 Perşembe

Hasretin.

Sana eski diyemem.
O kadar ölüsün ki
eskiyemezsin
gelemezsin
unutulamazsın
yok da sayılamazsın.
Bir "an" deyip geçemem de.
Artık geçilemezsin.
Çok cılızsın ama
bende büyüdün.
O kadar ölüsün ki
Artık büyüyemezsin.
2.9.2012

2 Eylül 2012 Pazar

Dalgınlıklarım oldu.

Çok güzel bir bebek. Öyle güzel ki kucağımdan indiremiyorum. Sarıp sarmalıyorum sürekli. Ama bir yandan da etraftan çekiniyorum. "Senin bebek zamanın gelmiş." diyecekler diye. İçten içe bir anlık da olsa ben de öyle düşünüyorum aslında ama istemiyorum temelde, bunu da biliyorum. Garip bir dalgınlık var üstümde. Mesela bebeğin altının değişmesi gerekiyor. Açıyorum bezini. Yeni bezi seriyorum, bebeği de üstüne yatırıyorum ama cırt cırtlarını kapatmadan bırakıyorum öylece bebeği. Kalkıp başka bir işe gidiyorum. Sonra o sırada aklıma geliyor bebek. Düşmüş olabilir. Panik halde koşup bakıyorum ki hiç bir şey yok. Bu şekilde bir kaç kez panikliyorum ama sonuçta bir şey olmuyor bebeğe, zire sürekli gelişiyor bebek. Mesela bu yeni doğmuş bebek benim söylediğim kelimeleri tekrar etmeye başlıyor. Hem de giderek daha başarılı bir şekilde. Herkese gösteriyorum: Bakın nasıl da konuşuyor, çok akıllı bir bebek bu. Cinsiyeti kızdı yanılmıyorsam. Öyle güzel bir gülüşü var ki.. Sonra sütlü nescafe içirmeye başlıyorum bebeğe kaşıkla. İçine de pötibör bisküvi ufalıyorum daha doyurucu olsun diye. Yeni doğmuş bebek ama yiyebiliyor bunları. Belki de neredeyse yeni doğmuş. Ama 6 aylıktan küçük olduğu kesin. Sanırım ilk kucağıma aldığımda gaz da çıkarıyordu. Hem de çok rahat bir biçimde ve kendi kendine. Epey eğlendirmişti çıkardığı büyük sesler hepimizi. Hepimiz kimiz bilemiyorum. Annem var, işte ondan çekiniyorum bebek sahibi olmak istediğimi düşünecek diye. Bu arada bebek anneminmiş. Kardeşimmiş yani. Diğer kardeşim de vardı haliyle. Kıskanmasın diye onu da sevme sürecime katmaya çalışıyorum bir yandan.

Pötibör bisküvili nescafe içiyoruz ama bir terslik var. Ben bir süre sonra bebeği kupanın içine bırakıyorum. Oynarken kendi kendine yer diye. Biraz zaman geçiyor, ne alemde diye bakayım diyorum ki bebek kupada görünmüyor. Kupayı karıştırıyorum ve evet, bebek içine batmış kupanının. Bu kedi yavrusu büyüklüğünde bebeği çıkarıyorum, çok korkuyorum ölmüş olmasından. Ama ölmemiş, nefes alıyor. Şaşkınım, nefes almadan dakikalar geçmiş ve o hala nefes alıyor. "Ne güçlü şu bebekler." diye düşünüyorum. Ama birazdan aynı hatayı tekrarlıyorum. Tekrar kupaya koyuyorum bebeği ve başka işlere bakıyorum. Bu sefer daha uzun süre sonra aklıma geliyor bakmak. Kupaya doğru giderken aynı hatayı nasıl tekrar yaptığımı soruyorum kendime, aklımı kaçırmış olmalıyım ölecek bebek, ne yaparım o zaman. Ağlamaklı bir şekilde kaşıkla kahveyi karıştırarak buluyorum bebeği kahvenin içinde. Bu sefer rengi biraz morarmış. Bağırıyorum: Yardım edin, boğuldu, nefessiz kaldı, ne yapmalıyız, kahvenin içine düşmüş noolur yardım edin!" Önce gögüs kısmına baskı yapıyorum, kalp masajı yapar gibi. Sonra yüzüsütü çeviriyorum, su yuttuysa çıksın diye. Ve su mu çıkıyor gaz mı çıkarıyordu hatırlamıyorum ama nefes almaya başlıyor. Yaşıyormuş.

Bütün bu anlar boyunca göğsüme bir sevgili gibi kafasını gömmüş ve beni sarmış kedimi duyumsuyorum ara ara.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Var-yer

Aşk kendinden kaçan, kendiyle hiç tanışmamış insanları zayıf düşürür yalnızca. Çünkü o öyle güçlüdür ki insan çırılçıplak, kendisiyle başbaşa kalır karşısında. Aşık, her şeyin üstesinden gelebileceğini düşündüren bir güçle donanıverir. Acizliğini gizlemek için kendini karikatürize bir kendiyle barışıklığa, umursamazlığa başvuran kişi ise asla anlayamaz bu mücadele gücünün nereden geldiğini. İçten içe de kıskanır. Bunu gizlemek içinse dalga geçmeye başlar. Aşka bağımlılık der, tutsaklık der, hayatının elinden alınması gibi davranır. Aşığın çabalarını da bunların emaresi olarak görür. Bilir içten içe onun asla bir şey uğruna bu denli güçlü ortaya koyamayacağını kendisini. Hisleri de kendisi gibi cılız ve acizdir. Utanır, ne varsa gizler. Hem apaçık iradesizdir, kafa tutamaz, direnemez, hiçbir şey yapamaz hem de kimilerine ya da kimi anlarda tam tersi izlenim bırakmayı başarır. İnsan bir an umutlanır, paylaştıkça büyüdüğünü sanır paylaştığını sandıklarının. Oysa hepsi elinde kalmıştır.

Kurtuluşunun aşkta, aşka kendini bırakmakta olduğunu bir an olsun duyumsasa bile yapamaz. Kendiyle yüzleşmeye gücü olmayanların içine nasıl işlesin ki aşk?

Ama aşk unutmaz; kalır en çetin savaşlardan, en zorlu mücadelelerden geriye parıl parıl. O kendi ayakları üzerinde durabilen, başıboş ve otonom bir histir. Kimseye ihtiyacı yoktur. Bu yüzden yalnızlıktan ve terk edilmekten en çok korkanlardır aşık olamayanlar.

Bir mucize olmazsa bütün bunları asla itiraf edemeyecekler. Köşe bucak saklayacaklar olası tüm delilleri. Bir ergenin günlüklerini annesinden saklaması gibi saklayacaklar düşlerini. Ellerinden tutulduğunda güç verebileceklerini sananlar maskeleri bu denli çok ve kalın olmayanlardır. Empati bile kuramazlar bu iç içe kesişen halkaların insanlarıyla.

Ben senin maskelerinin kıvrımları arasından ara sıra sızan küçük parıltılara aşık oldum. Bir İstanbul gecesinde parlamışlardı ilk. Büyülenmiştim. Ankara'da hep kaçak dövüştün, seninle uzaklara gitmek isteyişim bundandı. Ama o bazı sabahlar ve bazı geceler... Heyecanlanırmış gibi olduğun anlar, çocukluğun...

Çok koşturdun beni, soluklanamadık birlikte bir nefes.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Ben-cinlik?

Kadın gözleri önünde can veriyordu. O an sonunda gelmişti. O denli beklenmedikti ki; ikisi de ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez halde şaşkın şaşkın bir birbirlerine bir de ona bakıyordu, ölmekte olana. Ve sonunda sessizliği bozdu birisi. Hepsinin sorumlusu sensin, beni suçlamaya hakkın yok, dedi. Öteki, bu cümlenin anlamsızlığı ve yersizliği karşısında bir kere daha şaşırdı. Anlamaya çalıştı, sorumlulukların tükendiği yerdelerdi, bu neyi değiştirirdi, yaşamın kıyısında insanın zayıflığına dair bu itiraf gerçekten neyi ifade etmeliydi? Hiçbir şey sormamayı seçti, yeri değildi. Haklısın, hepsinden ben sorumluyum diyerek kollarındaki kadına döndü. Ölümünün her şeyi daha da zorlaştıracağını o an anladı. Sarıldı, bir şeyleri değiştirebilmek umuduyla. Öteki bundan gerisini umursamaz gibiydi, kadın artık rahatça yumabilirdi gözlerini, o bundan sorumlu değildi, önlemek için gerekli uyarıları yapmıştı, bu ona yeterdi.

Ve kadın gözlerini yumdu. Uzak diyara gidip onu oradaki haliyle tanıyabilecek birisi yüreğini teslim etmek pahasına onu geri getirene kadar çok uzaklarda şimdi. Bunu, kendince olgunluk ve son bir sevgi sıcaklığı gösterdiğini düşünen berikinin mi yoksa zamanla omuzlarını sorumluluklarını taşıyabilecek kadar güçlendireceği umulan ötekinin mi yapacağını ise şimdilik bilemeyiz. Belki de kadın, diğer pek çokları gibi hep uzak diyarda soluksuz gezinecek.

26 Ağustos 2012 Pazar

Stardust

kayan bir yıldızdan geriye ne kalır?
geçip giden bir insanın ardından ufak ufak, sivri sivri pek çok şey kalıyor. zaman o sivrilikleri törpüleyip renkleri solduruncaya dek acı en başta. soluksuz acı.
ama bilirsiniz, bir şeyin derinizi delip geçmesiyle derinize takılıp kalması, gitmeye her yeltendiğinde biraz daha yırtarak kanatması arasında çok fark vardır. geçip gidiniz, takılıp kalmayınız.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Küp

Küçükken çarpım tablosunu çok zor ezberlemiştim. Zor değil de zorla ya da zorlu demek daha doğru olur belki de. Küçük sarı bir sandalyem vardı. Elimde çarpım tablosuyla ona oturduğumu ve saatlerce ezberlemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Sonra ezberlediğimden emin olduğumda babamın yanına gider beni sarı sandalyeden azad etmesi için geçmem gereken sınava bırakırdım kendimi. Kim bilir kaç kere tekrarlanmıştı bu sarı sandalye ile babamın huzuru arasındaki döngü. Bir türlü tam olarak ezberleyemiyordum! Sarı sandalye beni umutlandırıyordu hep: Bu sefer başaracaksın! Ama içeri, babamın yanına gidince her şey değişiveriyordu. Ne zaman olduğunu hatırlamadığım bir gün bu döngüyü kırmış olmalıyım.

Hazır reçetesi olan bir döngüyü kırmak bile o zaman ne kadar zaman almıştı, ne kadar bunaltıcıydı. Zaman geçtikçe döngüler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Önce reçeteler elimizden alınıyor. Çözümü bulmak ve şifreyi girmek bize kalıyor. Daha sonra soruyu bile kendimiz bulmak zorunda kalıyoruz. Önce soruyu sonra onun çözümünü bulmak gerekiyor. Bir de kesiştiğimiz hayatlar var, onların döngülerine ortak olmak durumunda kalıyoruz bazen. Kimi zaman gönüllü, kimi zamansa mecburen.
Başkasının sorularını bulmak ve sonra hem kendimizi hem de onu o döngüden çıkarmak için onun sorularına çözümler üretmek ne kadar zor!

Bu düşünülerek, zeka yoluyla içinden çıkılacak bir durum olmaktan çıkıyor bir süre sonra. Aklımıza bir yere kadar dayanabiliyoruz. Akıl kerteriz alabileceği bir nokta arar, bir yönteme ya da bir bilinene ihtiyaç duyar ki çıkarım yapsın. Ama neredeyse hepsi bilinmeyenlerden oluşan iç içe denklemlerin üstesinden akıl nasıl gelebilir? İnsan yaşamı şablonlara sığamayacak, ölçü biçilemeyecek derecede sonsuz köşeli ve iç açılarının toplamı sonsuza giden bir "şekilsiz"ken sezgilerimizden başka ne kalıyor geriye?

22 Temmuz 2012 Pazar

(D)Olanlar

Döndü dolaştı beni buldu.
Işıklar kapanmıştı. Ama haklısın, kapı açıktı. Kapının önündeyken girilebilir mi girilmemeli mi tereddüt ederdi insan elbette. Ama açıktı kapı sonuçta. “Kimse var mı? İyi geceler?” demek makul sayılabilir bir tedbirdi.
Zaman geçer.
Geçen zaman içinde kapının tedbirli girişler için açık bırakılmadığı ama kapıyı kapatabilecek kimsenin olmadığı anlaşıldı. İçeride kimse yok değildi; ama kapıyı kapatabilecek kimse yoktu. Giren bir kere girmiş ve içerideki kimse ile karşılaşmış bulundu. İçerideki kimse de giren ile tabii… Bu karşılaşmadan (yeniden karşılaşma da denilebilir) yırtıcı bir yakınlık doğdu ki bu yırtıcı yakınlık nitelikli bir uzaklıkla kutsandığında eğlenceli bir hal alabilecekti ancak.
Yakınlık uzaklığa dönmezden önce.
İçerideki gerçekten içerideydi. Hep sakinlik, dinginlik, basitlik hayal etmiş (belki de ettiğini sanmış) yine de bu çabada kendini hep bir keşmekeşin, fırtınaların, karmaşık bilmecelerin içinde bulmuştu. Sonunda ulaşabildiği yer hayal ettiği yer olabilmiş miydi yanıtını vermek zordu; çünkü hayallerinden o kadar uzaklaşmışken nerede olduğunu dürüstçe kestirebildiğine inanmıyordu. Ve zaman gösterdi ki hayallerinin üzerine yaşadığı bütün o keşmekeşin, kaybolduğu bütün dolambaçların sisi çökmüştü ve karşısında duran rüyanın farkına varamayacak kadar içerideydi işte.
Bu sefer kendisini bir labirentin içine sokan kendisiydi (belki de hep kendisiydi). Sarılmaya en çok ihtiyaç duyduğu zamanda (sarılmaya hep en çok ihtiyaç duyardı) kollarını dolayacağı yerde tırmalayıp duruyordu karşısındaki yüreği. İçinden gelenin bu olduğunu düşünüyordu, açıklık ve dürüstlük en önemlisiydi, içinden geleni yapmadığı durumda attığı adımların zaten bir anlamı yoktu. Oysa olmakta olan bir alışkanlığın tezahüründen başka bir şey değildi. Savaşmaya o kadar alışmıştı ki gardını indirmeyi beceremedi ve karşısındaki “başka” şeyi, belki de mücadelelerinin sonunda ona sunulan bu armağanı tırmalayarak yok etti.
Yakınlık uzaklığa dönmüştü.
Kan o günlerdekinden ne kadar daha soğuk olabilirdiyse soğukkanlılıkla farkına varıldı geçenin gidenin. Yas tutmaya bile yer yoktu. Birisi tırmığı almış içeridekinin yüreğinden kalanlara yönelmişti bile. Hayallerinin yitmiş olduğunun idrakiyle hayal ettiği sakinlik, dinginlik ve basitlikle boyun eğiyordu şimdi dönüp dolaşıp onu bulana. Köprüden önceki son çıkış geçmişti ne de olsa.

İçeri girenin başına düşeni yalnızca o anlatabilir.


3 Haziran 2012 Pazar

Boğar yeşil.

Yapraklar üzerime üzerime geliyor. Rüzgar estikçe çullanıyorlar. Ağırlıklarını üzerime vererek beni görünmez bir duvara doğru sıkıştırıyorlar. Gökyüzünde bir yıldız arıyorum, bir parça yıldız. Bir tutam ışık öbeği...O zaman o duvar yok olacak. Bir fanusun içinde yaşamıyor olacağım. Yapraklardan sonsuza dek saklanabileceğim yerler olacak. O zaman olasılıklar sonsuz olacak. Başka yaşam formları olacak, oralara uyum sağlayabileceğim. Yapraklar burada kalacak. Onların sinir sistemleri gelişmemiş. Peşimden gelemezler. Sallandıkça hışırtılarını duymayacağım, boşlukta kaybolacak sesleri. Ve yok olacaklar, en azından benim için.

Onunla karşılaşırım belki bambaşka bir düzlemde. Burayı hiç kesmemiş, hiç düşlemediğimiz bir yerde. Tanıyamayız belki birbirimizi, işte bu en heyecanlısı. Bir şansım olur. Bütün şanslarımı geri alırım, başa dönerim. Ya da oyun bitiverir belki. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran bu oyun bitiverir! O, birisiyle karşılaşır, tanıdığını sanır.

25 Mayıs 2012 Cuma

Kamuflaj

Çatlamış. Masanın üstü, kalemler, odanın zemini, bilgisayarın ekranı, ellerim, yüreğim, senin gözlerin.
Renkler fışkırıyor çatlaklardan, kör etmek istercesine parlak renkler. Gözlerinden alamıyorum ki gözlerimi! Gözlerim renklerden kamaşıyor. Masaya dayanan kalçalarım, yere basan ayaklarım, hepsi renklerin içinde kaybolmuş. Yavaş yavaş ilerliyor renkler. Az sonra fark edilmez olacağım.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Silkinme

Sürekli kendi isteklerinden, kendi hislerinden bahseden, başkasının ne hissettiğini ya da başkasına ne hissettirdiğini gözetmeyen birisi sevmeyi becerebilir mi kendinden başkasını?
Kendince "sevgi" olarak adlandırdığı hisleri olabilir ancak.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Mono

Masa oyunlarını hiç sevemedim. Monopoliden scrabble a. Öyle ya da böyle oynamayan ya da oynamak zorunda kalmayan şanslı birisi var mı ki bunları?
Tam geçti artık derken bir baktım ki hayatım da bir nevi monopoli. Bir döngü halinde birbirinin türevi ve birbirinden gereksiz adımlar. Monopoli bir türlü bitmek bilmez ya, sıkıntıdan patlarsın ama bir ileri iki geri derken bir türlü tamamlanmaz o döngüsellik. Hayat da öyle bitmiyor işte, kalbim durmuyor. "Pes ettim, her türlü başarısızlık ithamını göze alıyorum." demek hakkı bile yok. "Annem çağırdı gitmem gerek, iznim bitti."ler de kurtarmaz. Buradan bir çıkış yok mu şöyle en acilinden?

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Latent eldivenler

Amacın "iyileştirmek" olmadığı bir tıbbi süreç. İyileşme beklentisi yok, bitmiş değil, umutsuzluğa kapılınmış değil, sadece böyle bir beklenti yok, durum beklenti gerektirmeyen bir durum olarak algılanılıyor, öyle değil aslında elbette ama öyle olmuş bir şekilde. İyileşme, iyileştirme yok ama sürekli veriler toplanıyor. Her an bir test. Test doğru sözcük değil. Her an bir tahlil. Her adım, her nefes. Tahlillerin bir türlü emin olunamayan sonuçları var. Ama emin olunması gerekmiyor, beklenmiyor, aynı iyileşmenin beklenmemesi gibi bu da, umutsuzluktan boşvermişlikten değil, doğasında olmamasından, öyle olmamasından sadece. Amaç tahlil yapmanın kendisi sanki. Ne iyileşmek ne de herhangi bir sonuca ulaşmak. Tahlil, durmadan tahlil. Keyifli mi? Değil, ama keyif almaya çalışmayı bırakalı oldu. Hem zaten bu keyif meselesi değil. Öyle olması gerekiyor ve öyle oluyor. Bu net. Bir şeyleri tahlil edebilmek için, verileri alıp değerlendirebilmek için bir yöntem, bir yaklaşım gerekir, bir norm olmalı ki ona göre tahlil edesin. Ama yok, sonuca ulaşılmayacaksa norm da gerekmez belki. Yok, yok gerekiyor. Kaçmaya çalışma. Bu bir alışkanlığa dönecek. Hep tahlillerle yaşayacaksın, kabusun olacak kurtulamayacaksın. Hiç sadece yaşayamayacaksın, hiç sadece bakamayacaksın, sadece nefes alamayacaksın, sadece koklayamayacaksın, sadece tadamayacaksın, sadece hissedemeyeceksin. Hep ölçeceksin, biçeceksin, hep tetikte. Hep özleyeceksin bunları öğrenmeden önceki zamanları. Ama sen de pek direnmedin hani, hemen giydin beyaz önlüğü, girdin laboratuara. Bir kurtarıcı beklemiyorsun değil mi?

3 Mayıs 2012 Perşembe

Seni Yer-ler

"Yer üzerine yatmak için değildir, kalk.
  Yer üzerine basmak içindir, bas geç." dedi.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Doğu-m

Ölümden korkanları anlamazdı. Öyle ateistlikten, materyalistlikten falan da değil. Hep bir coşku hisseder, fırından yeni çıkmış bir külçeye rahatlıkla benzetilebilecek yüreği yerinden kıpırdanırdı sanki ölümünü her düşündüğünde. Arzuladığından değil ama teslimdi çoktan. Hiçbir beklenti, hiçbir mutluluk bu hissini değiştiremez; aksine ölümü arzuladığını iddia edebileceğiniz yegane zamanlar, o anlar olurdu. Böyle birinin bir yaşam, bir doğum karşısında bu denli içinden taşabileceğini kim aklına getirirdi? Hem de için için. Kendi yaşamına bu denli kayıtsız, ölümüne bu denli coşkunken bu yaşam karşısındaki içi içine sığmaz hali ve onun sona erme ihtimalinin tahayyül edilemezliği şaşkınlık yaratıyordu. "Nasıl olacak? Nasıl olacak?" diye düşünürken bir yandan da içinden taşanların yastığında oluşturduğu beneklere sığınıp uyuyakalmıştı. Sevişme sonrası uykularınınkiler bir yana bırakılırsa en huzurlu sabahlara böyle uyuduğunda uyanırdı zaten.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Korkmayı öğrendim artık.

Yazgının içindeki diyalektik.
Absürd mü? Varsın olsun.
Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer.
Dönüp dolaşıp dolandığımız düğüm.
Dönüp dolaşıp vardığımız araf.
Dönüp dolaşıp kapandığımız yürek.
Dönüp dolaşıp.
Birbirimize dolaşamayıp.
"Hangi günahın bedeli bu?"


21 Nisan 2012 Cumartesi

İçimdeki Leviathan

Savaşlarla şehirler siliniyor haritalardan. Bir gecede her yer toz duman, yerle bir. Bir varmış, bir yokmuş oluyor. Koca şehir, yaşayanlarıyla birlikte yok oluyor. Ve mesela ismi değişiyor şehrin, sınırları değişiyor, içinde bulunduğu bölge değişiyor. Peki ne yapıyor orada yaşamaya devam edenler? Anılarına ne oluyor? O anılar da bir gecede silinebilir mi? Peki artık olmayan yerlere dair birikenler olsa olsa taş dolu bir kefe gibi binmez mi insanın sırtına? Ceza gibi gelmez mi onları hatırladığı her an insana? Ne kadar zamanda alışır insan bu değişime? Her gün gittiği fırının, yürüdüğü kaldırımın, işinin, iş çıkışı uğradığı meyhanenin olduğu yerlerden geçerken gögüs kafesi sıkışmaz mı insanın? Bunun hesabı kime nasıl sorulabilir ki? Bedeli nedir, ödenebilir cinsten bir şey mi?

"Ah, içimde savaşlar çıksa da silse mesela dün geceyi geçmişimden." diye iç çekip duruyordu. Hem de nükleer bombalarla, bir daha aynı kötücüllüklerin baş gösteremeyeceği bir şekilde silsinlermiş. Kurusunmuş içi. Oysa o zaman güzellikleri de kaçıracağını hesap edemiyordu. Düşünme yetisi yok olmuştu adeta. Gerçekten de kurumuştu belki içi. Tek bir şeye bu kadar uzun zaman odaklanmak beynini dondurmuştu. Beynini de kullanmamıştı ki zaten onca saat, kalbinin sızısı hepsine baskın gelmişti. Hem kurtulmak istiyordu o sızıdan, söküp atası vardı kalbini. Öyle bir cihaz olsun diye düşlemişti. Ama düşünemediği için hiçbir şeyden kurtulamazdı. Bunu bile düşünememişti. Tamamen teslim olmuştu. Neye bilmiyordu ama orada değildi artık. Kalbini daha hızlanması, ayaklarını birbirini dövmesi, ellerini kafa derisine saldırması, ses tellerini bağırması, gözlerini sanki kendileri de tazyikle birlikte akıp gidecekmişçesine ağlaması için yönetiyordu bir şey. O yoktu artık; çünkü onun canı tatlıydı. Kıyamazdı kendine bu kadar. Başkasına da kıyamazdı ki. Ona da kıyamasınlar isterdi de hayalbazdı biraz, önemli biri olabileceğini -çünkü hiç önemli biri değildi-  sanıyordu erkenden. Bu da onun zaafiydı işte, birlikte yaşaması gereken.

Kendine neden bu kadar düşmandı bilemiyordu. Kimseyi düşman bellemezdi, herkese şans verirdi de kendine vermezdi. Kendinin kendinden esirgediğini de başkalarından beklemeyi aklından geçirmezdi tabii, tahmin edilebileceği gibi. Hep o sorumluydu, o düzeltmeliydi. Başkalarının bahanesi olabilirdi ama kendine bahane bulamazdı. Korkardı çünkü. Hesabı sorulduğunda "Ya sizin hesabınız?" diyemeyeceğini bilirdi. O yüzden hiç hesap sorulamasın diye çabalar dururdu işte. Hiç düşmana ihtiyacı yoktu. Kendi kendinin hakkından pek güzel geliyordu evelallah. Üzdüğünde de de üzüldüğünde de buna sebep olacak kendinden başka beter birisi olamazdı. Kimsenin onu tamir etmeye uğraşmayacağı gerçeğiyle karşılaşmaktan mı korkuyordu acaba? Tamir etme sorumluluğunu üstüne alarak bu gerçekten mi kaçıyordu? Sahi, ısrar eden de olmamıştı. Onun her şeyi üstlenme huyu kimseye örnek olmamış, kimseyi mahcubiyetten de olsa harekete geçirememişti. "Bırak canım, ben yapayım, ben kırdım niye sen tamir edesin?" diyen çıkmamıştı. Tadını çıkarmışlardı belki de bu durumun. Bunu biliyor gibiydi içten içe ama hiç bilmiyormuş gibi yaşıyordu.

Nasıl gelmişti bu raddeye her şey? "Bunu bulma zamanı." diye düşündü. Çok korkuyordu ama dün geceye nükleer bulaştırmanın tek yolu olarak bu kalmıştı geriye. Kendine olan düşmanlığının kaynağına inmek. Zerre kadar esirgemeden başkalarına ölçüsüzce ve hatta delice dağıttığı sevgiyi kendine layık görememesinin nedenini bulmak ve üstesinden gelmek onu bambaşka birine dönüştürebilirdi. Hem o zaman daha çok da sevebilirdi belki, daha mutlu edebilirdi. Ah, aklı fikri bundaydı yine. Bir türlü kendisine dönemiyordu işte. Ama değişecekti bütün bunlar. Yüzleşip kırdıkça başka şeyler kurulacaktı içinde. O zaman değer verilmeye layık birisi olabilecekti, önce o kendisini öyle görmeye başladığı zaman yalnızca.

20 Nisan 2012 Cuma

K.S.B

Hani beyin damarlarında baloncuk oluştuğunda burnun kanaması insanı beyin kanamasından kurtarıyormuş ya, sanırım kalpte baloncuk oluştuğunda da ağlamak insanı kalp sızısından kurtarıyor. Ağlayamadığım günleri düşününce ağlayabildiğim için mutlu olmalıyım. Benim bu dünyadaki işim, ne olursa olsun bir türlü mutlu olamamak değilse tabii... Yıllardır bundan şüphe edip duruyorum. Acaba artık bir karara varmanın zamanı mı?

18 Nisan 2012 Çarşamba

Uzaydan.

Değerlerimizin, bildiklerimizin izini sürebilsek keşke. Keşke içimize yerleşirken geldikleri yollarda ekmek kırıntıları bırakıp gelselerdi. Bazı şeyleri nereden öğrendiğimi bir türlü bulamıyorum. Çok olağan sandıklarımın hiç öyle olmadığını fark ettiğimde merak ediyorum en çok, nereden geldi bana bu? Ya da nereden buldum da kattım bana? Ne bildim de sevdim, benimsedim ya da etkilendim, tutuldum?

17 Nisan 2012 Salı

Duygudaşlık

Anlatılmaya çalışılanları anlamaya çalışıyorum; hatta var gücümle koşuyorum kendimi bu yola da gelgelelim duygudaşlık kurmak zor. Öyle bir şey ki her bir taraf biliyor bunu. O yüzden olayları sık sık, duyguları ise nadiren anlatmaya girişiyoruz."Kendi"mizin en temel parçası, en mahrem yeri duygular, hisler. Bir başkasının da "öyle" hissedebileceğini, aynı ya da en azından derece olarak çok yakın duyguları taşıyabileceğini kabul etmek sanki kendini yitirmek, kişiliğini reddetmek.Birinin de "öyle" ya da  hatta "daha" yoğun hissettiğini söyleyebilmek cesaret işi. Biraz da olgunluk meselesi sanırım. Aşık olunca da böyle. İlk aşkın unutulmazlığı buradan geliyor. Hiç atlatamıyorsun ki. Hiç düşünememişsin ki senin de "öyle" seviliyor olabileceğini. Hep "mağdur"sun, hep karşılıksız. Aksine ikna olmanın yolu yok. İşte ancak birkaç yara bereden sonra duygularının sırça köşkünden inip başka duygularla tokalaşmayı, konuşmayı becerebiliyorsun.Duygudaşlık kurmayı öğreniyorsun, saygı duymayı, önemsemeyi. Lale'yi daha erken tanısaydım sanırım hiç hoşlanmazdım. Çünkü bana saldırıyormuş gibi hissederdim. O kimdi ki benim gibi hissedebilirdi? Nasıl olabilirdi ki bazen canı benden daha çok yanmışa benzeyebilirdi? Ama şimdi öyle mi. O söyledikçe daha da anlamlanıyor hissettiklerim. Adını koyuyor hepsinin. Benim koyamayacağım, asla anlatamayacağım şekilde. Anladıkça ne hissettiğimi, özgürleşiyorum onlardan. Bir kenara koyabiliyorum. Devam edebiliyorum hepsi içimdeyken. Ve gösteriyor: "Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım, ölünmüyordu, hatırladım." Ne Birhan, ne Lale, ne ben. Buradayız işte. Öğreniyoruz acının da "bir his" olduğunu, hissetmenin değerini, bizi bir araya getirenin, bir arada tutanın hissetmek olduğunu, hepsinin aynı derecede önemli olduğunu ama farklı yerlere dokunduğunu. Hediye onlar bize, hatırları ömür boyu. Hep yanı başımızda, hatta başımızın üstünde, kutsal hare gibi. İşte bu yüzden kimden hediye kabul etmeyi seçtiğimiz önemli. Bu yüzden bu kadar zor "başlamak". Başının üstünde ömür boyu bir ağırlık taşımayı kim ister?

13 Nisan 2012 Cuma

Y-Faktörü (Ah be kadın...)

o bana suda birşey aramakta
yardım etti. yaşamımdaki
saklanmış şey bulundu.
bir inci kolye dizdim
kadın olmanın anlamını düşündüm.
onun için elinde çam dalı
tutan bir gelin olmak isterdim.
yok aşk değil,uyuşmak,anlaşmak
bütün o boktan şeyler değil.
yok yok aşk değil, aşk hiç değil.


Onun bir sözcüğüyle yaşamımda
Yer alan herşeyi çöpe atmak isterdim.
Gelgelim aşk değil bu, aşk hiç değil.
Bir şey arayan bir kadının aradığı şeyle
Karşılaştığında kendine iskambillerden
Kurduğu bir hayatın yıkılması gibi
Bir şey bu. Doppler etkisi...
ONA YAKLAŞARAK YOK OLDUM.
yaşamımdaki Y-faktörü yok oldu.
yok aşk değil bu, aşk hiç değil

beta ışınına dönüşmek belki
ama aşk değil
hep böyle kaybederek mi
galip oluyor o?
hep böyle umarsızca
kendini silerek?
hiçbir şey beklemediği için mi
benden, ben herşeyimi vermek
istiyorum ona?
yoksa benden daha çok
üzülmesi mi eski yaralarıma?
ama kaldı mı böyle kişiler şimdi,
ben mi yapıyorum kafamda yanılsama?
tende kalan bir parıltı belki
aradığım şeyi bulduğumda
karşıma çıkan eter
hep o aradığım gizemli pürlük –
TADZİO –
nasıl tanımam onu karşıma
çıkarıldığında
nasıl asetonlamam beynimi
nasıl çam yeşili bir eter ve etera
gözlerini hep ayak uçlarına
dikip durduğunda

belki Tadzio da değil o
belki başka bir şey
gizli tutulması gereken bir şey
ama nasıl nasıl tanımam onu
karşıma çıkarıldığında.

enerjiye  bağlanınca
raslantılar derin bir anlam
kazanıyor: esrarengiz peru
yazmalarının 9 sezgisinden
ikincisi söylüyor bunu.
gözlerimi kapadığımda
nasıl bir sitar ve eter ve etera
yok yok aşk değil bu, aşk hiç değil

saf olana duyulan çılgın bir tutku bu
kuğu sürülerine duyduğum özlem
yüreğime eldiven gibi
geçen birşey
eskiden önemsediğim ne varsa
şiirim, dostlarım hatta gururum
hepsi iskambil kağıtları gibi
yıkılıyor
ve belki de ben ilk kez aşık oluyorum.
                                  
Lale Müldür

7 Nisan 2012 Cumartesi

Kelebe

Kalbim pır pır pır pır.
Bütün gücümü onu uçurmaya veriyorum sanki.
Kelebekler var içinde.
Ama hepsi ölü.
Onları alıp alıp savurmak, uçurtmak çok zor.

5 Nisan 2012 Perşembe

OŞuBuŞuKim

Defalarca düşünmüşümdür mutsuz olmaya çalıştığımı. Bunun için bahaneler bulduğumu, bulamadığım yerde uydurduğumu, uyduramadığım yerde 'sebepsiz' mutsuzluklarla avunduğumu. Dile gelince ise hep mutlu olmak istediğimi, birini mutsuz etmekten çok imtina ettiğimi, hep birilerini mutlu etmeye çalıştığımı ve aslında bu yüzden mutlu olmayı çok da hak ettiğimi... Ama bir başka ses de işte tam da böyle yaptığım için, hep başkalarını mutlu etmeye çalıştığım için hiç mutlu olamayacağımı. Bir başkası, dünyada yeri olmayan şeylere yer vererek insanlardan bunu fark etmelerini bekleyemezsin. O ötedeki, ama hep çok akıllı, çok anlayışlı, hep çok farklı, bu dünyayla sorunları olanları onlar, onlar görebilirlerdi, ne yaptığımı fark edip bana da böyle yapılmasını istediğimi anlayabilirlerdi. O var ya o, sen öyle san, hepsi neye uğradığını şaşırdı, sarhoş oldular adeta, kendilerini unuttukları gibi ne bir şeyi fark edecek ne seni düşünecek halleri kaldı, böyle birisi dünyada olamazdı. Sonunda ben, ama her şey böyle film gibi de değildi. Arıza yaptığım da oluyordu, o kadar da başka bir yerden davranmıyor, yaşamıyordum ki? Hahahahaa, o yaptıklarının ardından gelen böyle patlamalar ancak arıza olmana yorulabilirdi zaten, sorunlu bir kadındın sen. O, her şey yolunda giderken hep bir sorun buluyorsun. En şimdi-fırtına-kopacak'lara gülücüklerinle yanıt verirken olmaz yerde ağlamaya başlıyorsun. Şu, sen iyisi mi şunu bir anla, kaldıramayacağın yükler altına giriyorsun. E ama sen de onlardan farksızsın en nihayetinde. Bu, bak bu konuda neredeyse anlaştık. Bırak, başkaları sana senin davrandığın gibi davransın, bırak onlar kıvransın nasıl daha mükemmel olabilir her şey diye. Sen böyle iyilik yaptığını sanıyorsun ama ne kendine ne başkasına bir faydan olmuyor ki! İllüzyonlar yaşatıp yaşatıp gerçeğe döndürüyorsun. Dengesiz böyle olunuyor işte. Ya sen bari sus, susmuyorum, kendine gel artık, kaç yaşına geldin, özgürlükmüş, bu mu özgürlük, köle ruhlu şey seni! Köle ruhlu mu? Demek... Evet, ben dedirttim bunu sana. Ağzından çıkarsa kulağın duyar belki diye ama öyle olmamış anlaşılan. Ama ben kabul ediyorum ki. Yani, adı köle ruhluluk değil  bence ama herkes böyle davranmalı birbirine. Burada yaşamak kimseyi bunaltmadı mı artık? Değişmekten en çok benden başkaları bahsetmiyor mu? Değişelim işte. Başka türlü davranalım. Sen kendini çok alçakgönüllü sanıyorsun değil mi? Kendini başkalarına adayan, kuzu kuzu. Hadi be ordan! Bu kadar küstah olunmaz! Hatırlıyor musun? Küstah demişti sana. Taa gözlerinin içine bakarak. Nasıl acıtmıştı canını. Eee, nooldu, unutuverdin. Canın yanmasın istedin. Peki sonra ne oldu? Daha fena yaktı canını. E almıyorsun sinyalleri güzelim, kendini uyarlamıyorsun. İnsanlardan öğreneceklerin var ama sen kendini o kadar kutsal bir yerde konumlandırıyorsun ki söylenenleri duymuyorsun bile.

Hayat fazla uzun sürüyor. Dizi gibi yaşasak ya.

29 Mart 2012 Perşembe

Hayal mi gerçek mi ben şaştım.

Bir kavramı farklı sözcüklerle ifade ettiğimiz olur. Eş anlamlı sözcükler var mesela. Bazen de bir kavramı farklı sözcüklerle ifade ederiz, bir eylemi farklı fiillerle anlatırız ama o sözcüklerin aslında aynı kavramı ifade ettiklerinin ya da o fiillerin aynı eyleme işaret ettiklerinin farkına varmak için damdan düşmek gerekiyor!

Biri bana neden hayal etmek ve rüya görmek gibi çok farklı şeyleri anlatıyorlarmış gibi iki ayrı fiilin olduğunu anlatabilir mi? Lütfen uykunun bölümlerinden falan bahsetmeyin. Gözüm kapalı ya da açık, bilinç düzeyinde zihnim çalışıyor ya da çalışmıyor, ne fark eder? Bilinçaltı diye bir şeyi bilmiyorken nasıl anlatıyorduk acaba hayal ederken ya da rüya görürken yaptığımız her ne ise "o"nu. Neden hayaller hep pembe hep geleceğe dönük de rüyanın kabusu var, karabasanı var, hangi zamana ait olacağı bilinemez? Bilinçli bir şekilde kabuslar kuramayacağımızı düşündüğümüzden mi? Hadi canım, en kötü kabusumdan bile kötü hayallerim oldu benim. Bir manyak ben değilim herhalde?!

Hem bir şeyin "ne" olduğuna hangi anda karar verilir? Diyelim pespembe bir hayal kurdum önümüzdeki haftasonuna ilişkin. Ama oldu mu sana o haftasonu tam bir karabasan! Şimdi bu bir hayal mi yoksa kabus mu? Buradaki ilişki geçişkenlik değil. Basbayağı hayal de rüya da karabasan da kabus da aynı şey! Kendini kandırmanın, kimseyi suçlamanın alemi yok. Kurmasaydın kardeşim, bana mı sordun?

Şimdi iyi uykular.

26 Mart 2012 Pazartesi

Seni Sevmenin Halleri

Anadilimi bildiğim gibi bilmek seni.
Nar’ı sevdiğim gibi sevmek,
Soluğunu duyumsar gibi öpmek,
Yolculuğa çıkar gibi beklemek.
Kokunu içime çeker gibi sarılmak sana.
Güneşli bir sabaha uyanır gibi varmak,
Var-ılacak olana gider gibi gelmek,
Haydarpaşa’dan İstanbul’a bakar gibi dalmak.
Denize dalıp gider gibi kalmak sende.
Kestane arar gibi dolaşmak,
Yılların bedenimde bıraktığı gibi iz bırakmak,
Hiç bulmamışım gibi kendimi kaybetmek.

Eksik bir şey mi var?

23 Mart 2012 Cuma

Öyle Bir Külkedisi

Kim olduğunu çok merak ediyordu.
Şehirdeki onca kadın arasından hangisi?
Yakında oturuyordu, biliyordu. Belki de her gün camın önünden geçiyordu.
Belki de karşılaşıyorlardı.
Aynı domatese uzanıyordu elleri belki salatalık malzeme alırken.
Dolmuşa binerken ona yol veriyordu belki.
Yoksa geçen gün asansörde gördüğü...
Bir yolu olmalı bu meraktan kurtulmanın.
Onca insandan onu ayıracak, "Benim!" dedirtecek bir şey.

Çareyi onun en sevdiği renkte bir atkı örmekte buldu.
Ona yollayacaktı hediye olarak.
Böylece bir sonraki karşılaşmalarında anında çıkarıverecekti onu kalabalığın arasından.
Saklanabileceğini mi sanıyordu?
Nice külkedisi hikayeleri yaşanmıştı nicedir.
Tersinden, düzünden, kıyısından, açığından.
Bilmemiş miydi?

19 Mart 2012 Pazartesi

File Çoraplı Maradona

Okuduğunu bile ancak hatırlıyordu. "Okumuş muydun?" diye soranlara "Hı hı, okumuştum." diyecek kadar.
Hayatı üzerinde bu kadar etkisi olmuş olduğunu, neredeyse kendisini daha iyi tanımasına olanak sağlayacağını bilseydi daha erken okurdu tekrar. Aklında kalan yalnızca, bir sergide gördüğü tablodaki kadına aşık olan ve aşkından kendini tüm dünyaya kapatan bir adamın hikayesiydi. Oysa bu hikaye ne farklı şekillerde yazılabilirdi. Akla gelebilecek kurgulardan en olmazı ise okuduğunu ancak hatırlayabildiği bu öykü.

Ne zamandır tekrar okumaya niyetlendiği bu kitabı, indirimli kitaplar arasında görür görmez almıştı. Epeyce bir süre masasındaki okunmayı bekleyen kitaplar arasında sırasını beklettikten sonra yolculuğa çıkarken okumak üzere çantasına koymuştu. Kendisini yol yorgunluğundan çok ruhsal bir buhran içinde bulacağından habersiz olduğu bu yolculuk için seçilebilecek en uygun kitap mıydı, tartışılır. Ama yaşamın onu çeken onun da çekilmekten memnun göründüğü güzergah düşünüldüğünde zamansız olduğu da söylenemez.
....

17 Mart 2012 Cumartesi

Şimdiden.

Hiç kurmayacağımı sandığım cümleler var.
Hiç duymayacağımı sandığım cümleler var.
Kendimi hiç içinde bulmayacağımı sandığım anlar var.
Benimle ilgili kurulacağını hiç sanmadığım cümleler var.
Hiç karşılaşmayacağımı sandığım insanlar var.
Hiç tanışmayacağımı sandığım insanlar var.
Hiç kaybetmeyeceğimi sandığım insanlar var.
Hep taşıyacağımı sandığım duygular var.
Bulunacağını aklıma getiremeyeceğim buluşlar var.
Kurulabileceğini hiç düşünmediğim kurgular var.
Yazılabileceğini hiç düşünmediğim kitaplar var.
Anlatılabileceğini hiç düşünmediğim hisler var.
Yapmak zorunda kalmayacağımı sandığım işler var.
Öğrenmek zorunda kalacağımı hiç sanmadığım çözümler var.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Dı.
Her şey yerli yerinde.

12 Mart 2012 Pazartesi

Coşku

Coşkunun bundan daha saf bir hali olabilir mi?
Sevdiğinin elinde bir kitap, uzanmış, başı senin kucağına oturmuş.
Senin de elinde bir kitap, şiir. Kah okuyorsun kah gözlerinin görebildiğine kadar onu izliyorsun.
Saçlarını, alnını, burnunu, yanaklarını, dudaklarının bir kısmını.
Kitabı tutan parmaklarını, gergin kollarını.
Hiç sıkılmadan, defalarca, anadilinin yerini alsın diye sanki.
O zamanlar açığa çıkıyor bu coşku.
Taşıyorsun içinden. Kanayabilirsin de ya da başka türlü ama gözlerinden taşıyorsun.
Okuduğun kadın da coşkudan delirmiş.
Delirmeden bu kadar durmaz zaman, donmaz hisler, izin vermezler böylesine tasvir edilmeye.
Ancak bir delilik halinde bu kadar berraklaşabilir her şey.
Okuyorsun.
Coşkusu coşkuna karışıyor.
İmgeleri sendeki imgeleri kışkırtıyor.
İmgeleriniz buluşuyor.
İmgelerinizin boynuzları birbirine geçiyor.
Canınızı yakıyor bu.
Daha kuvvetli taşıyorsun gözlerinden.
Ama sevdiğinin yüzü bir an bile gölgelenmemeli.
Gözlerin bir an bile başka yöne bakmasın istiyorsun.
Bu an sonsuz değil biliyorsun, bir "an" sadece.
Zor bir seçim.
Ya kalkıp gideceksin, içini tekrar taşabilsin diye boşaltacaksın.
Ya da taşanları görecek, gölgelenecek, belki o "an" bitiverecek.
Hem belki bir daha hiç kucağına gelmeyecek o ılıklık.
Kendini çekmesini göze mi alacaksın?
Yapamazsın ki, biliyorum.
Kalkıp telaşlı adımlarla banyoya atıyorsun kendini.
"Oh, bir şey fark etmedi."

6 Mart 2012 Salı

Arr-zu

"Arzu nesnesinin bireyselleşmesi"
Nasıl bir süreç ki bu? Onu, şunu, bunu, beni değil de "sen"i arzulamak.
Arzunun yerine getirilmesinin verdiği haz sonra. Ama bu haz öyle çok da peşine düşülecek bir şey olmayabilir. Çünkü diğer bütün hazlar onun yanında güdük kalabileceğinden yanında başka yeşilin bitmesine izin vermeyen çam misali kurutabilir etrafını. Bu "aşk" değil. Bunu aşkla karıştıranlar aşık olmayı, aşkı nasıl öğrendiklerini bir gözden geçirmeli. Aşk, kuraklığı da bol verimi de içerir. Onu yalnızca kuraklıkla özdeşleştirmek olsa olsa kendini bir türlü verememek, vermekten kaçınmak için yapay bir kuraklık dönemi yaratarak kendini geri çekmeye bahane bulmak olabilir. Aşk söylenegeldiği üzere cesaret işidir. Kendini verebilmek için kendini görmekten korkmamak gerekir. Bastırdığın, karşılaşmak istemediğin şeylerin bilinciyle nasıl aşık olabilirsin? Ne zaman aşk kokusu alsan kuraklıkla o kokunun üstesinden gelirsin.
Ah, arzu diyorduk. Aşka nasıl geldik...
Evet, arzu nesnesinin bireyselleşmesinin ve doyurucu hazzın tek kaynağı haline gelmesi halini aşkı bu tür bir "tutsaklıkla" karıştıranların çarpık olarak adlandıracağım aşk kavrayışlarına benzerliğinden.

Arzu nesnesinin bireyselleşmesi ama tekilleşmemesi ya da farklı arzuların ve bu farklı arzuların nesnelerinin sürekli gündemde tutulması, gerekirse hazzın ara sıra ötelenip çoklu arzulamalara doğru kişinin kendini eğitmesi hazzı uzun erimli kılmanın bir yolu olabilir.
Her şey başka olabilir ve bazı şeyler üzerinde çalışılmakla değiştirilebilir.

buğ-u

Yazmaya kışkırtır insanı buğulu camlar.
İlk ne yazarsın buğulu bir cam görünce?
En sık akşama doğru mutfakta yemek pişerken mutfak camının buğusu cezbederdi.
Bir de okul dönüşü otobüsleri var.
Taa oradan kalma...
Hep isimler yazılırdı.
İsim dediğin nedir ki?
İsim değil onlar, isimleşmiş hisler.
Kimi zaman narsistik kimi zaman platonik.
Ama gönül ister ki hep didaktik.